Ben seni/beni hiç tanımamışım!
Ben seni/beni hiç tanımamışım!
İnsan neden evlenir? Âşık olduğu için mi? Yoksa anne-babası istediği, evlilik yaşı geldiği, yalnız kalmaktan ve günaha girmekten korktuğu için mi? Ya da çocuk sahibi olmak, ekonomik kaygılardan kurtulmak, hayatına çeki-düzen vermek, yanına yakışır bir eşle sosyal statü kazanmak, dini yaşantısına daha fazla dikkat edip yapamadığı ibadetlerini yapar hâle gelmek için mi?
Psikolog Abraham Moslow’un (ö. 1970) İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi’nde, bizi evliliğe götüren yukarıdaki eğilimlerin hepsi mevcut. Bir insanın evlenirken tüm bunları aklından geçirmesi, son derece normal. Burada önemli olan, bu sorgulamalardan, amaç gördüğümüz araçlardan geçtikten sonra; asıl varmak istediğimiz hedefi görüp göremediğimiz. Çünkü ihtiyaç listemizin tepe noktasında, kendini gerçekleştirme denen ve hiç de kolay olmayan bir madde yer alıyor! Yani kişi diğer bütün ihtiyaçlarını, aslında kim olduğunu bulmak adına merdiven yapıyor. Zaten kendini gerçekleştirmeyi ana hedef haline getirememiş insanlar, diğer ihtiyaçları ne kadar karşılarlarsa karşılasınlar bu hayatta bir türlü tatmin olamıyor.
Bu “araçları amaç haline getirme” anlayışı, yazık ki, evliliğe adım atma kararımızda da ortaya çıkıyor. Müstakbel yuvamızdaki huzur ortamının tesisi, aklımızı kurcalayan tüm bu şeylere evlenmeden önce durup bir bakmadığımız, farkındalıklarımızın ihtiyaçlar listesindeki yerini sorgulamadığımız, hasılı “ben neden evleniyorum” sorusuna mantıklı bir cevap bulamadığımız oranda zorlaşıyor. Evlenmeye karar vermeden önce doğru soruları kendimize sormadığımız için, yanlış cevap, evlilik sürecinde muhatabımızdan geliyor. Henüz ilk tartışmada, “Ben seni hiç tanımamışım.” deyip muhatabımızı suçlarken; aslında “Ben kendimi hiç tanımamışım. Evlilikten beklentilerimi, bunların tutarlılığını, sivri ve karanlık köşelerimi; nelere evet, nelere hayır diyebileceğimi… Kısacası “evli beni” hiç öngörememişim.” demiş oluyoruz. Ne yazık ki, çoğunlukla bu itiraflara da kulak vermiyoruz.
Klinik Psikolog Esranur Aslan, bu kısır döngüyü burnun zamanla kokuya duyarsızlaşması gibi, kişinin kendi travmalarına alışmasına ve bazı yönlerini bir türlü keşfedememesine bağlıyor. Travmalarımızı, tecrübelerimizi, onların oluşturduğu şemalarımızı bir dış etken olan eşimiz ve onunla kurduğumuz ilişki üzerinden fark etmeye başlıyoruz. Sonra da insanın aslında kendisinde olanı aradığını unutarak, “Ben seni hiç tanımamışım!” diyoruz. Aslan, bu noktada çok çarpıcı bir örnek veriyor: “Bir dağa tırmanırken sürekli elele tutuşursan yamaçlardan çok kötü düşersin. Hayat da özde insanın tek başına gideceği bir yol. İnsanın kendini bilmesi, evlensin ya da evlenmesin, bu hayattaki amacı aslında.”
Yeni versiyon ben
İnsanın kendini keşfedip gerçekleştirmesi, diğer bir deyişle tekamülü, ömür boyu devam eden bir süreç. Tabi bu, insanın kendinde neyi keşfetmek istediğiyle de ilgili. O zaman hiç mi evlenmeyecek insan? Elbette hayır! Burada keşiften kasıt, kişinin kendisinin ve yaşadığı dünyanın farkında, yeterli olgunluğa sahip, evliliğin bilincinde, dahası gerektiğinde değişim ve dönüşüme açık olması.
Psikiyatr Işılay Yatkın, bu noktada, evliliğin her şeyden önce bir hukuki ortaklık anlaşması olduğuna dikkat çekiyor: “Basit bir şirket kurarken bile paramız, emeğimiz ziyan olmasın diye neler neler araştırıyoruz. Herkesle ortak olmuyoruz. Evlilik için neden ön araştırma yapmayalım? Kendimizin ve karşımızdakinin bu işiki için yeterli olup olmadığına niçin bakmayalım?” Yatkın’a göre, içinde yetiştiğimiz kültür gereği, evliliğe “Varsa eşin rahattır başın; yoksa eşin zordur işin.” zaviyesinden, “yerine getirilmesi gereken” bir şeymiş gibi algılıyoruz. Halbuki evlilik, insanların birlikte işe gidip gelmesinden, film seyredip patlamış mısır yemesinden, aynı yastığa baş koymasından ibaret değil sadece. Sohbet etme, muhabbet duyma, birbirini anlama, ortak bir gelecek hayali kurma müessesesi aynı zamanda. “Ben bunu yeni bir versiyona geçme diye tanımlıyorum. Dolayısıyla evlenmeden önce sormamız gereken doğru soru şu: Bir bütünün parçası olma sorumluluğunu ne kadar yerine getirebilirim?”
Aşk mı mantık mı?
Peki hayatımızın en önemli kararlarından birini sağlıklı bir şekilde alabilmek için, mantıkla mı yoksa duyguyla mı hareket etmeli? Psikoterapist Dr. Gary Chapman (d. 1938), Beş Sevgi Dili (The Five Love Languages) kitabında, Psikolog Dr. Dorothy Tennov’un (ö. 2007) âşık olma ile ilgili yaptığı araştırmalardan alıntılar yapıyor. Bu çalışmalara göre ilişkilerde romantizm ve aşk, sadece iki yıl canlı kalabiliyor. Bu süre geçip karşımızdakini görmek istediğimiz gibi değil de olduğu gibi görmeye başladığımızdaysa ilişkinin seyri değişiyor. Dr. Chapman’a göre aşk; iyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta, zenginlikte ve yoksullukta, ölüm bizi ayırıncaya kadar deyip imza atarken söylediğimiz bir yalan olarak kalıyor. Ve ekliyor Chapman: “Düşündüklerimizin ve hissettiklerimizin içten olmadığını söylemiyorum; sadece gerçekçi ve akılcı olmadıklarını söylüyorum.”
Psikiyatr Işılay Yatkın da evlilik kararı alırken mantığın ön planda olması gerektiğine inananlardan: “Aşk bir takıntı. Sürekli onu görme arzusu, alınan bir mesajla yüreğin pır pır çarpması, hep onunla vakit geçirme isteği… Bütün bunlara bir çeşit takıntı diyebiliriz. Bu duygular, bazılarında çok daha kuvvetli olabiliyor. Üstelik karşısındakini doğru değerlendirmede ciddi bir engel oluşturabiliyor. Onun kusurlarını görmezden gelmeye sebep olabiliyor.” Yatkın’a göre aşk, tül perdenin ardından kendi zihninin yansımasını görmek aslında. Karşındakini görmek değil. Bu sebeple bireyin evlilik sürecinde aşkı öncelememesi, mantığı devre dışı bırakmaması ve karşısındakini idealize etmeden, ayakları yere basan değerlendirmeler yapabilmesi çok önemli.
Esranur Aslan da ilk görüşmeye muhatabımıza kendi düşüncelerimizi yapıştırıp gittiğimiz kanaatinde: “İlk görüşmede muhatabın seni kibarca dinleyince, o da senin gibi düşünüyor zannediyorsun. O heyecanla ayna nöronların diyor ki, ‘Demek ki o da senin gibi.’ Halbuki iş, hiç de öyle değil. Karşındaki kişi daha ilk görüşmede nezaketsizlik yapmamak adına senin düşüncelerine karşı çıkmıyor.” Aslan’a kulak verirsek ilk görüşmelerde yapılması gereken en önemli şey, dikkatle izlemek: “Sen konuştun ama muhatabının konuşmasına; hâlini tavrını görerek onu tanımak için kendine fırsat verdin mi?” Bu fırsatı yaratabilmek için de küçük bir önerisi var: “Nasıl görünüyorum, acaba beni beğenecek mi sorularının çengelinden kurtulun ve karşınızdakini tanımaya konsantre olun.”
Bu sebeple Esranur Hanım, belli ortak paydalarda buluşan adaylara en az üç kere görüşmelerini ve altı aydan az olmamak kaydıyla nişanlı kalmalarını tavsiye ediyor. “Mantıkla başlayıp aşka varan bir ilişkiye sahip olduğum için söylüyorum. Mantıkla başlayan ilişkilerin sonraki aşamalarında, sevgi kıpırtıları da geliyor. Öncelikle mantıkla çıkalım yola; aşk da heybemizde dursun. Yola aşkla çıkarsak yolda gözümüz kör olur. Serotonin, melatonin salgılamaya başlarız; karşımızdakine filtreli gözlükle bakmış oluruz. Ben de öyleydim. Beyaz atlı prensimi bekliyordum. Sonra ne oldu? Dünyanın en inatçı insanı ben, ikincisi o. Nihayetinde kendi evliliğimi kurtarmak için terapist oldum.”
Aşksız olabilir ama sevgisiz asla
Peki aşkın ömrü bahsedildiği gibi iki yıldan uzun sürmeyecekse eşimizle aramızda nasıl bir bağ olacak? İşte aşkla sevginin ayrıştığı nokta, tam da burası. Aşk geçici olabilir belki; ama sevgi ve muhabbet ihtiyacımız baki! Aşkla evlenip kısa bir süre sonra sevgisizlikten ölmek de mantıklı bir sevgiyle ömürlük bir beraberliğe yelken açmak da mümkün. Bu elbette mantıkla başlayan her evliliğin sevgiyle taçlanacağı anlamına gelmiyor. Muhatabı bütün beklentilerini karşılasa da kalbine bir türlü söz geçiremeyen, yaygın tabirle karşısındakinden “elektrik alamayan” insanlar da olabilir. Dahası birbirlerini sevemeden evlenmiş, sonrasında da sevmeyi bir türlü başaramamış çiftlerin sayısı hiç de az değil. Meseleye buradan bakınca “Elbet bir gün severim.” deyip yola çıkmanın da her zaman işe yaramadığı su götürmez bir hakikat olarak ortada duruyor. Çözüm her zamanki gibi bu konuda da dengeli olmakta. Çünkü insana ne “duygusuz bir akıl” fayda getiriyor, ne de “akılsız bir duygu”.
Chapman’ın Beş Sevgi Dili kitabında Dr. Tennov, aşkla sevgiyi üç maddeyle ayırıyor. Birincisi, aşk iradeye bağlı veya bilinçili bir tercih değildir. Kişi âşık olmayı ne denli arzu etse de bunu isteyerek gerçekleştiremez. İkincisi, aşk gerçek sevgi değildir, çünkü yaşanması için çaba gerekmez. Aşk, davranışlarımızda disipline yahut bilinçli bir çabaya ihtiyaç duyurmaz. Üçüncüsü, âşık olan kişi, karşısındakinin kişisel gelişimine katkıda bulunup bulunmadığını sorgulamaz.
Dikkat çığ düşebilir!
İlk görüşte aşk, bir şeylere tutunma özlemimizin ve terapiye ihtiyacımızın göstergesi Aslan’a göre: “Sosyal medyada bir milyondan fazla takipçisi olan ve hesabında eşiyle el ele fotoğraflarını paylaşan birisi, benden çift terapisi aldı. Her şey o kadar güzel ki sosyal medyada! Gel gör ki, benim defterimde öyle yazmıyor.’’ Sorunun temelinde, belki de her şeyden önce, insanın kendini sevmeyi bilmemesi yatıyor. İç dünyasında ve kök ailesinde sevme ihtiyacını gideremeyen bireyler, eşlerinden bu gereksinimlerini karşılamalarını bekliyor. Sevgi ihtiyaçlarının eşleri tarafından karşılanması beklentisi de çoğu kere mutsuz evliliklere sebep oluyor.
Sözün özü, mantık süzgeciyle varılmayan aşk, insanların gerçeği görememelerini; görmezden gelmelerini yahut onu kendi arzularına göre yorumlamalarını netice veriyor. Evlenince düzelir dediğimiz pek çok şey, zamanla eşlerin arasında uçurumlar açabiliyor. Işılay Hanım’ın bu konuda çok dikkat çekici bir tesbiti var: “Karşıma gelen sorunlu çiftlere ‘Bu problemi nişanlıyken fark etmedin mi?’ diye sorarım. Genelde cevap ‘Fark ettim aslında.’ olur. ‘Bu şey seni o zaman neden rahatsız etmedi?’ dediğimdeyse her iki taraftan da aynı yanıtı alırım: ‘Evlenince değişir sandım.’ Sen onun için bazı şeyleri değiştiremiyorsan büyük ihtimalle o da senin için değiştiremez. Karşı taraf hakkında fark ettiğimiz şeyleri, evlilik öncesinde ele almamız lazım. Vaktiyle küçücük bir kartopu olup görmezden gelinen problemler, zamanla çığa dönüşüp bireyin üstüne düşebiliyor.’’
Yangında ilk kurtarılacaklar
Dünya üzerinde dört dörtlük bir insan olmadığına göre, eşimizin de kusurları olması kuvvetle muhtemel. O hâlde evlenmeden önce nelerden vazgeçip vazgeçemeyeceğimizi iyice düşünüp taşınmak gerekiyor. Yeni yuvamıza bekarlık döneminde sahibi olduğumuz her eşyayı taşıyamayacağımız gibi; bütün alışkanlıklarımızı, taleplerimizi de taşıyamayacağız. Işılay Hanım, evlilik sürecindeki bu durumu “taviz” olarak yorumlamak yerine, bir işi suhuletle oldurabilmek için “karşılıklı vazgeçiş” şeklinde nitelemeyi tercih ediyor. Tabi burada adayların aile büyüklerinin de karşılıklı saygı ve anlayışı büyük önem taşıyor. Bulduğu her fırsatta evladının işini zorlaştıran, “bekâr gözü kör gözü” deyip çiftleri bunaltan, çocuğum elden gidiyor kaygısıyla kıskançlık gösteren, sorumluluklarını yerine getirmeyen aile büyükleri, tabiatı itibariyle zaten stresli olan evliliğe hazırlık süreçlerini hepten çekilmez bir hale getirebiliyor.
Evlilik ilaç değil
Evlilik öncesi yapılan sağlık testleri, çoğu ülkede bir gerekliliktir. Kan tahlilleri yapılır, röntgenler çekilir, testler uygulanır… Adayların evlenmelerine sağlık yönüyle mâni bir durum olup olmadığı kontrol edilir. Bununla birlikte bu muayenelerin, varsa tarafların zihinsel ve psikolojik problemlerini ne kadar tespit edebildiği tartışılır. Zaten böyle sıkıntıların olduğu bazı durumlarda, maalesef, bu dertleri gizleme eğilimi gösterilir. Halbuki söz konusu rahatsızlıkların evlilik öncesinde tedavisi; en azından hakkaniyet açısından dile getirilmesi, muhtemel sorunları en aza indirebilir. Hatta Yatkın’a göre, üstesinden gelinmiş, atlatılmış olsa dahi mental problemler gizlenmemelidir. Çünkü kişinin farklı bir aile ortamına girdiği, yeni roller edindiği, taze akrabalık ilişkileri kurduğu böylesi yoğun stresli bir süreçte, aynı problemleri yeniden yaşaması olasıdır.
Kök ailemizdeki problemlerden kaçmak yahut onları saklamak da bir o kadar sakıncalı Esranur Aslan’a göre. Zira “baba ocağı”nda, mevcut ilişkilerinde mutlu olamayan insanların evliliklerinde mutlu olabilmeleri de kolay olmuyor. Aslan bu konuya adaylara verdiği bir tavsiyeyle açıklık getiriyor: “Gençlere diyorum ki, bana annenle olan bir münakaşanı getir. Bunu huzurlu bir tartışmaya nasıl çevirebileceğimizi konuşalım. Ardında kırgınlıklar bırakmadan, güzel bir ilişki kurmayı önce sahip olduğun yuvanda öğren; sonra evliliğinde gerçekleştirmeyi bekle.’’
Evlilik kavramıyla ilk nerede tanışıyoruz?
Işılay Yatkın’a göre günümüzde aile terapisi alabilecek çiftlerin sayısı oldukça az. Çünkü bu kişilerin azımsanmayacak bir kısmının, öncelikle bireysel terapiye girmeleri gerekiyor. Aksi durumlar söz konusu olduğunda, çift terapisi adeta boks maçına dönüyor. Haliyle terapist de payına düşen yumruklardan nasibini alıyor. Ne yazık ki bizi o ringe çıkaran sebeplerden birisi de erken çocukluk dönemimizde evlilik hakkında edindiğimiz deneyimler.
New York Times çok satanlar listesi müdavimlerinden Amerikalı Çift Terapisti Harville Hendrix (d. 1935), insanların, çocukluk yıllarında ebeveynlerinden gördüğü evliliği aradığı görüşünde. Hendrix’e göre çocuklar, üç yaşından itibaren anne-babalarının ilişkisini gözlemlemeye başlıyor. Ayna nöron sisteminin yardımıyla bu ilişkiyi bilinçaltına kodluyor. Gün gelip evlilik zamanı çattığında da farkına varmadan aynı ilişki modelini uygulayabileceği bir adayı arıyor. Hâl böyle olunca, tanıştığı ilk evlilik modeli sağlıklı olmayan bireylerin kendi evlilikleri de büyük oranda sorunlu olma riski taşıyor. Bu teori, son yıllarda Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu’nun ortaya koyduğu kader motifi olgusuyla da benzerlik gösteriyor.
Esranur Aslan, bu noktada Hendrix’ten farklı düşünüyor. Aslan’a göre insan, maziden getirdiklerine yukarıdan bakıp kişisel tarihini daha net yorumlayabilirse çocukluğunda edindiği olumsuz tecrübelere rağmen kaliteli bir evlilik yapabilir. Yeter ki bilinçaltındaki döngünün farkında olsun ve samimi bir niyetle onu kırmak istesin. Esranur Hanım’a göre yedi yaşındaki bir çocuk bile, münakaşa eden anne-babası için “Onlar gibi kavga etmezsem güzel bir evliliğim olur.” diyebiliyor. Bununla birlikte, bu farkındalık her zaman mümkün olamayabiliyor: “Bir danışanım, eşi hakkında diyor ki: ‘Koskoca profesör Esra Hanım! Nasıl oldu da bana karşı o kelimeleri kullanabildi?’ Ben de karşılık veriyorum: ‘Sanki yedi yaşına döndü o anda değil mi?’ ‘Evet, tıpkı bir çocuk gibi oldu.’ Çünkü beyin, tartışma anlarında amigdalayı çalıştırıyor. Savaş-kaç-don sistemine geçiyor. Küçük düşürüldüğünü, çaresiz bırakıldığını, kırıldığını hissederse yedi yaşında verdiği tepkiyi ortaya koyuyor. Ne yapar annesi bağırmış, babası kapıyı çarpıp gitmiş bir çocuk? İşte danışanımın eşi de tam olarak bunu yapıyor. Çocukluğunda gördüğünü tekrarlıyor. Kaç yaşına gelmiş olursa olsun.’’
“İnsan kimya denklemi gibi değil.” diyor Işılay Yatkın da. “X elementiyle Y elementi karışırsa Z bileşiği oluşur diyemiyoruz. Bu sebeple her genç kızın içinde annesinden, her delikanlının içinde babasından parçalar bulunur ve stres halinde ona döner. Farkına vardıklarında, ‘annem gibi kızıyorum’, ‘babam gibi tepki veriyorum’ derler. Çünkü ana işletim sistemimiz, anne-babalarımıza ve onların ilişkilerine dayanır.”
İlişkiye yatırım, çocuğun geleceğine yatırım demek
Hem kendi iç huzurumuzu sağlamak hem de çocuğumuzun evlilik hayatına dair his ve düşünce tohumlarını doğru atabilmek için “şiddetsiz iletişim becerilerimizi” geliştirmek şart. Amerikalı Psikolog Dr. Marshall Rosenberg (ö. 2015), “şiddetsiz iletişim”i objektif gözlem, his farkındalığı, ihtiyaçları ifade ve olumlu rica odaklı bir iletişim tekniği olarak tanımlıyor. İletişim kalitemizi bu çıtaya yükseltmek elbette kolay değil. Bununla birlikte “Geç, hiçten iyidir.” deyip her fark edişi bir fırsat olarak değerlendirmek de bizim elimizde.
40 yıldan uzun bir süre evlilikte istikrar ve boşanma konularını çalışan Amerikalı Psikoloji Profesörü John Mordecai Gottman (d. 1942), aşağıdaki dört hususu “evlilikleri bitiren mahşerin dört atlısı” olarak tanımlıyor: Eleştiri, hor görme, sürekli kendini savunma ve araya duvar örme. Sevgi-saygının birbirini beslediği, tarafların hem birey hem bütün olmayı başarabildiği, yukarıdaki “dört atlı”dan uzak haneler, eşler için de çocuklar için de paha biçilmez imkânlar sunuyor. Esranur Aslan, “Eskiden insanların evlilikle ilgili meseleleri anne-babalarından öğrenmemeleri gerektiğini düşünüyordum. Şimdiyse tam tersine inanıyorum. Çünkü doğruları biz ebeveynler öğretmezsek, çocuklarımız başka kişilere, kaynaklara gidiyor ve dağarcığını onların anlattıkları dolduruyor.” diyor.
Işılay Yatkın da ebeveynlerin, “Benim evladım nasıl bir çocuk, nasıl bir genç? Benden, hayattan ne bekliyor?” gibi sorulara kafa yorması gerektiğini ifade ediyor. Yatkın’a göre ebeveynler çocuklarını evlendirmeyi öncelemektense “nasıl bir birey” yetiştirdiklerine odaklanmalılar. Zira acele edip “gözleri açılmadan” “başlarını bağladıkları” çocukları, yaşadıkları ilk sıkıntıda gelip “Senin yüzünden oldu!” diyerek faturayı onlara kesecekler.
İnsan bilmediğinden korkar
Hızla yaygınlaşan evlilik okulları, geçmiş tatsız tecrübelerin fena bir döngü hâlinde “taze yuvalara” zarar vermesinin önünde güçlü bir set olarak duruyor. Söz konusu eğitimler, sosyal hayatta adeta bir koruyucu hekimlik görevi üstleniyor. Adayların karılaşabilecekleri muhtemel problemleri asgari seviyeye indiriyor. Ehlinden alınan eğitimler sayesinde kişi, evlilik hakkında sağlıklı bilgiler edinme, kendi düşüncelerini süzgeçten geçirme ve kuracağı yuvadaki yeni rollerini tanıma fırsatını yakalıyor.
Esranur Hanım da binlerce adaya bu eğitimleri veren isimlerden birisi ve katılımcılarının birbirinden çok farklı tecrübeler edindiklerini söylüyor: “Evliliğe çok hazır olduğunu düşünen kimi adaylar, eğitimden sonra kaygıları arttığı için beklemeye karar verebiliyor. Tam tersi deneyimler de var. ‘Evliliğe karşı önyargılıydım. Annemin zoruyla buraya geldim.’ diyenlerden evliliğe meyledenler de çıkabiliyor.” Aslan, evlilik için 25 yaşı çok uygun buluyor. Bununla birlikte, “çocukken giyeceği kıyafeti, gençken okuyacağı okulu seçemeyen” bireylerin, yaşları kemale erse de eşine karar vermekte zorlanabileceğini düşünüyor: “Küçük seçimler yapmamış olan birinden büyük seçimler yapması beklenemez. Bu sebeple “tam annesinin istediği gibi” biriyle evlenenlerin sayısı hiç de az değil.”
İlk aranacak özellik öz şefkat
Profesör Gottman, 36 yıl boyunca evli çiftleri gözlemleyerek, fiziksel ve duygusal süreçlerini takip ediyor. Vardığı en etkileyici sonuçlardan birisi, huzurlu çiftlerin bile %69’unun zaman zaman tartıştığı. Esranur Hanım bunu, “Eşler arasında tartışma varsa bu, birbirlerinden ümidi kesmediklerinin göstergesidir. Hidrojen özgür, oksijen özgür, ama birleştiklerinde bir ab-ı hayat çıkıyor.” diyor. Bir eşte aranması gereken en önemli özelliğinse öz şefkat olduğunun altını çiziyor: “Çünkü öz şefkate sahip bireyler, karşısındakine de nazik davranır. Bencil olup sadece kendini düşünmez.”
Kendimle tanıştığıma memnun oldum
Yunus Emre gibi “İlim kendin bilmektir” düsturunu benimseyen ve kendisiyle tanıştıktan sonra “memnun oldum” diyebilenlerin, başkalarını doğru tanıma ihtimali de yükseliyor. “Özünü” doğru şekilde tanımasına yardım edecek kaliteli bir aileye sahip olanların bu noktada işleri çok daha kolay. Nasıl ki, maddi zorluklarla mücadele ediyor, kazancımızı artırmaya gayret ediyorsak; aynı şekilde manevi yoksunluklarımız için de öğrenmek, değişmek, gelişmek adına çaba sarf etmemiz gerekiyor. Devraldığımız miras bizi mutlu etmiyor, hayat kalitemizi olumsuz etkiliyorsa döngüyü kırmanın vakti gelmiş demektir. Bu bilinçle evliliğe dair atılan adımlar, “kız beşikte, çeyiz sandıkta” aceleciliğiyle ve “olması gerektiği için” atılan adımlardan çok daha verimli olacaktır. Aslına bakarsanız hayat her hâlükârda zor. Ne bekarlık sultanlık ne de evlilik! Her seçim, aynı zamanda bir vazgeçiş ve her ikisinin de bir bedeli var. Biz sadece hangi zoru seçeceğimize karar veriyoruz. Mümkün olduğunca da bu seçimin getirdiklerini kolaylaştırmaya çabalıyoruz. Gerisi nasipli bir sevgi, muhabbetli bir farkındalık, bilinçli bir yuva ve o yuvada yeşerecek huzur ortamı.
/ / / / / / / /