Ölüm de hayat kadar insana dair ve hakikat! Bununla birlikte, hakikat olması, sevdiklerimizi alıp ötelere götürdüğünde, acı çekmemize mâni olamıyor. Ölüm Allah’ın emri olsa da ayrılığın sızısı sinemizi yakıyor.

Hiç “onsuz” kalmadığı birinin yokluğuna nasıl alışır insan?” Sevdiğimiz, kıymet verdiğimiz, uzun yıllar birlikte olmayı hayal ettiğimiz birinin vefat haberini aldığımızda, aynı soruyu sorarız hepimiz. Boyumuzu aşan hüznümüzü kelimelerin kısıtlılığı ile ifade etmeye; bu yeni ve istenmeyen duruma alışmaya, hikmetini ve bize getireceklerini algılamaya çalışırız. Üstelik her birimizin bu konudaki tecrübesi birbirinden oldukça farklıdır. 

Kaybettiklerimizden bazılarının son nefesine kadar yanında olur, definlerine dair bütün görevlerimizi hakkıyla yerine getiririz. Bazılarıyla da ancak gıyabi cenaze namazları aracılığıyla, uzaktan vedalaşabiliriz. Yakınlarımızın kabre konuşlarını, ekranlardan izleriz. İzleriz ki vedalaşabilelim, vefat ettiğine kani olabilelim. Ruhlarının ufkuna yürürlerken, gözyaşlarıyla ve dualarla uğurlarız her birini. Bazen duygularımız kilitlenir kalbimizin en derin yerine; ağlayıp içimizdeki ateşi bile söndüremeyiz. Can Yücel’in dediği gibi “bağıra bağıra” susarız. Gurbet zordur ama uzaktayken kaybetmek, son vazifeyi bile yapamamak daha zordur. Gurbet içinde gurbettir sanki. Hoş, yakın da olsak toprağın altı her hâlükârda gurbettir bizim için. Sevdiğimizden ayrı düşmek yazılmıştır bir kez kadere.

Ayrılık Zor!

Kitabe-i Seng-i Mezar‘da, Orhan Veli, Süleyman Efendi’nin el yazısıyla kahve ocağına bıraktığı, “Ölüm Allah’ın emri / Ayrılık olmasaydı” beytini aktarır. Aynı söz, Şu Kışlanın Kapısına türküsünde, Barış Manço’nun Ölüm Allah’ın Emri şarkısında ve daha pek çok eserde karşımıza çıkar. Bir ifade, edebiyatta ve sanatta kendisine bu kadar sık yer buluyorsa yürekten geliyor, insanların duygularına ve düşüncelerine tercüman oluyor demektir. Evet, ölüm Allah’ın emri! Ondan gelip yine ona döneceğiz, amenna. Bununla birlikte ölümün olağanlığı, birlikte yolculuk yaptığımız insanları özlememizi engelleyemiyor. Peygamberimiz bile ahiret yurdunda kavuşacağı evladı İbrahim’i, amcası Hamza’yı uğurlarken mübarek gözyaşlarını hüznüne tercüman ediyor, “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir; buna rağmen, biz rabbimizin razı olacağından başka bir söz söylemeyiz!” diyor ve sevdiklerini arkalarından hayırla yâd etmeye devam ediyorsa biz de ayrılık acımızı edebimiz ve vakarımızla ifade edebilir, yas sürecimizi sağlıklı bir biçimde geçirmeye çabalayabiliriz. 

Bir aile üyemizin, sevdiğimiz bir dostumuzun, kıymet verdiğimiz bir arkadaşımızın vefat haberiyle sarsılmamızın yegâne sebebi, ayrılık acısıdır aslında. Zira o insanı dünya gözüyle bir daha göremeyecek, sesini işitemeyecek, ona dokunamayacak olmanın verdiği acı tarifsizdir. Hele o kişi, hayatımızda eşsiz bir yeri dolduruyorsa, onun gidişiyle birlikte kalbimizden bir parçanın da koptuğunu hissederiz. Güvendiğimiz, yaslandığımız bir dağ ise o kişi, yer ayaklarımızın altından kayar. Dışımız üşürken “ölüm Allah’ın emri” diyen aklımızla, “ayrılık olmasaydı” diyen kalbimizin arasında kalan içimiz, alev alev yanar. Yol göstericimizse, karanlıkta kalırız. Dua kaynağımızsa, evimizin çatısı uçar, üzerimize kar yağar, soğuk iliklerimize işler. Mazlumsa, mağdursa, hakkını alamadan bu dünyadan gidişini hazmedemeyiz; haykıramadığımız öfkemiz, boğazımıza düğüm olur. Gençse, onunla yaşayamadıklarımızın hayali sinemizi yakar. Evlatsa… Henüz onu tarif edebilecek kelime icat edilmemiştir.

Duygu Karmaşası

Aldığımız acı haberle, sevdiğimiz kişinin hayattayken kıymetini bilememenin ve yaşayamadıklarımızın pişmanlığı başlar önce. Keşkeler sıralanır tek tek. Onu unutma kaygısı gelir sonra. Başka bir işle meşgul olduğumuzda, gülümsediğimizde, “Bak sana demiştim, unutmaya başladın işte!” diye kendimize kızarız. Hayata devam etmek, suç gibi gelir bir süre. Nice sonra onun hayattayken çektiği acı, ızdırap, hastalık, artık ne varsa, hatırlayıp kurtuluşa erdiğini düşünüp rahatlatmaya çalışırız kendimizi. Ama onu bu dünyada yaşarken rahat ettiremediğimiz için de çaresiz hissederiz. Sofraya koyduğumuz tabak sayısını, sağlığı için ettiğimiz dua cümlelerini değiştirmek, eşyalarını ve odasını dağıtmak çok zor gelir. Nefesini, kokusunu, sesini özleriz. Hayata onsuz nasıl devam edeceğini bilememek, kocaman bir yetişkin de olsak, çocuklaştırır hepimizi. İnsan, hüzün tenceresinde kırk çeşit duyguyu pişirmeye başlar taziye evinde, aşure gibi. Zira kısık ateşte usul usul pişerken, birden harlı odun ateşine atar hayat bizi, bu tarifsiz acıyla. 

Acımız da Biricik

İstenmeyen bir ayrılığa nasıl alışılır, bilen yoktur. Ölüm elbette Allah’ın emri. İnsan,  yaşamak için olduğu kadar ölmek için de geliyor bu dünyaya. Hele yaş kemale ermişse bu çok daha beklenilir bir durum. Gel ger ki bir şeyin normal ve doğal olması aklı ikna etse de kalbi teskin etmeye yetmiyor. Çünkü duygular mantıkla çalışmıyor. Yaşlıydı, hastaydı, ızdırap çekiyordu, haksızlığa uğruyordu, Allah kurtardı, gittiği yerde daha rahattır benzeri cümleler, bizi teselli etmenin yanından bile geçmiyor. Kimse ölümü mantıksız bulduğu için acı çekmiyor aslında. Hayatında hep var olan bir insanın, fiziken yokluğuyla nasıl mücadele edeceğini bilememenin kaygı ve korkusunu yaşıyor sadece. Bilmediğinden sınanmaya başlayan insan, hâliyle panikliyor. Zira ölüm, vefat edenin mahiyetini değiştirdiği gibi arkada kalanın da başkalaşmasını netice veriyor. Herkes sevdiğinin vefatının ardından, onun kendisinde temsil ettikleriyle tecrübe ediyor bu durumu. Nasıl aynı virüs farklı insanlarda başka başka tepkimelere yol açıyorsa, acı da her ruhta ayrı ve biricik bir iz bırakıyor. 

Hangisi Doğru?

Acı habere karşı geliştirdiğimiz; düşünmeden ve bilinçaltıyla gösterdiğimiz refleks mahiyetindeki o ilk tepki, aslında yas sürecimizi nasıl geçireceğimize dair ipuçları da veriyor. Böylelikle, acı eşiğimizi ve bu duyguyla baş etme yöntemlerimizi gözlemleme fırsatımız oluyor. Bazılarımız, aldıkları hüzünlü bir haber karşısında, zaten başka sebeplerle travmatize olmuş olduklarından, daha güçlü tepkiler verebiliyor. Öte yandan, acıyı inkâr ederek ondan kaçanlar, acıları yokmuş gibi davranarak, kendilerini sürekli meşgul edip bu duyguyu hatırlamamak için çaba gösterenler de olabiliyor. Bununla birlikte, bu iki durum arasında sürekli gelgit çizenler de yok değil. Metaneti zirveye taşıdığımızı ve her şeyin yolunda gittiğini düşünürken, ani bir hatırlatıcıyla kendimizi yoğun duygular içinde bulabiliyoruz. Dahası, bu duygusal dalgalanmalara iradi bir seçimle girmiyoruz; duygularımızı yönetme becerimizle sınav veriyoruz.

Onlar Ölür, Biz Uyanırız

Yas süreci, psikoloji literatüründe kayıpla başa çıkabilmek için gerçekle girilen bir uzlaşma olarak nitelendiriliyor. Süreç, sadece bir vefat haberi alınmasıyla değil; göç, maddi kayıp, âşık olunan kişiden ayrılma gibi pek çok durumda da ortaya çıkabiliyor. Fakat elbette en ağır yas, vefat sonrasında geride kalan kişilerde görülüyor. Bu dönemi İsveçli Psikiyatr Kübbler-Ross inkâr, öfke, pazarlık, depresyon ve kabul aşamaları olarak beş evre; İngiliz Psikiyatr John Bowlby ise “hissizlik-protesto”, “özlem ve arayış”, “ruhsal dağılma ve karamsarlık” ve “toparlanma” olarak dört evre şeklinde sıralıyor. 

Aslında her iki sıralama, bazı nüans farklılıklarına rağmen benzer ortak özellikler barındırıyor. Bu bağlamda, genellikle ilk evrede gerginlik, kızgınlık ve korku duyguları belirginleşir. İkinci evrede, dünyanın anlamsız ve boş olduğu hissiyle birlikte ölen kişiyi düşünme, huzursuzluk, ağlama ve kızgınlık gibi tepkiler gözlemlenir. Üçüncü evrede, kalıcı bir huzursuzluk hissi, toplumsal aktivitelerden uzaklaşma eğilimi ve anıları sıkça hatırlama öne çıkar. Dördüncü ve son evrede ise -nihayet- kaybedilen kişiyle olumlu bir ilişki kurma ve yaşananları kabullenme süreci baskın hâle gelir.

Yardım Almalı mıyız?

Psikolog Prof. Dr. Erdoğan Gültekin, kayıp sonrasında yemek yeme, uyku düzeninde bozulma, içe çekilme ve konuşmayı istememe gibi depresif tepkilerin görülmesini ilk aşamalarda normal buluyor. Fakat ruhsal dağılma ve karamsarlık olarak da niteleyebileceğimiz depresyon sürecinin olağandan uzun sürmesi durumunda yardım alınması gerektiğini düşünüyor. 

Yasın ilk aşamalarında bu tür tepkiler yoğun olsa da kabullenme sürecinde normale dönüşün başlaması bekleniyor. Gültekin’e göre, kayıp yaşayan kişinin yalnızlığa itilmesi, depresyon riskini artırabiliyor. Yas sürecinde duyguların yakın çevreyle paylaşılması, bu zor dönemin daha sağlıklı bir şekilde atlatılmasına katkı sağlıyor. Ancak, duygular ifade edilmez ve paylaşılmazsa, yas ötelenmiş oluyor. Bu durum da ilerleyen dönemlerde psikosomatik hastalıkların veya davranışsal sorunların ortaya çıkmasına zemin hazırlayabiliyor.

Yasa Nokta Konur mu?

Babasının vefatının ardından yas üzerine çalışmalarına yoğunlaşan Psikolog Zeynep Selvili Batuk, yasın aşamalarla açıklanmasının bu süreci anlamayı kolaylaştırdığını, öngörü ve kontrol duygusunu pekiştirdiğini ve yaşanılanları normalleştirmeye yardımcı olduğunu ifade ediyor. Ancak Batuk’a göre, hâkim anlayışlar, açıkladıkları kadar eksik bıraktıkları ve normalleştirdikleri kadar anormalleştirdikleri unsurları da barındırıyor. Çünkü cevapsız sorulara tahammül edemediğimiz gibi, sonu gelmeyen hikâyelerden de hoşlanmıyoruz. Evrensel bir refleksle, bu süreçte de “tamamlanma”yı arıyoruz. Yas süreci hangi aşama kombinasyonunda ilerlerse ilerlesin, sonunda “kabullenme” ile noktalanmasını istiyoruz. 

Kendi acı tecrübesinden yola çıkan Batuk, yas kavramını alışılmış kalıplardan farklı bir şekilde tanımlamayı tercih ediyor: “Belirli bir zaman sonra duygusal ve davranışsal tepkiler azalır. Dinmeyecek sandıklarımız diner. Yasımız değişir; ama bir deniz ritmiyle işlemeye hep devam eder bana sorarsanız. Kabarır ve sonra geri çekilir. Sonra tekrar kabarır ve tekrar geri çekilir. Daha ziyade inkârın ve kabulün birbirine karıştığı bir yolda olma hâlidir bu. Mutlak kabulle bir kez varılan değil; hep yeni baştan uğranan bir duraktır. Her kaybın, çok katmanlı olduğu için, kendine özgü bir sonsuzluğu vardır.” 

Her insanın yas süreci, durakların sırası, her durakta kalma süresi ve bu süreçteki davranışları, insanın biricikliği prensibi gereği farklılık gösteriyor. Bu davranışlar, hem acıyı yaşayan kişinin duygusal durumuna hem de ölümün ani olup olmadığına; vefat eden kişinin ölüm şekline, yaşına ve bize olan yakınlığına bağlı olarak değişiyor. Ancak, bu süreçte asla doğru görülmeyen bir şey var: Tepkileri kıyaslamak ya da acıları yarıştırmak. 

Kayıp Sonrası Yeni Biz

Psikolog Batuk, kayıp yaşayan kişinin iki tür stresle baş etmek zorunda olduğunu ifade ediyor. Bunlardan ilki, ruminasyon: kişinin geçmişteki olumsuz olayları, hataları veya travmaları sürekli düşünme eğilimi. Bu süreç, acıyla yüzleşmeyi ve duygularla baş etmeyi içeren bir yas çalışması olarak da tanımlanabilir.

İkincisi ise kayıpla birlikte hayata devam edebilme becerisi geliştirdiğimiz alan. Bu, yeni sorumluluklara, rollere ve ilişkilere uyum sağladığımız, kontrollü bir şekilde yastan kaçındığımız bir adaptasyon süreci aynı zamanda. Tek ebeveyn olma, maddi ve manevi sorumlulukların değişimi veya alışkanlıkların farklılaşması gibi durumlar, bu dönemin bir parçası. Batuk’a göre, gündelik hayatımız, bu iki stres faktörünün arasında şekilleniyor. İlk aşamada daha çok birinci kısma odaklansak da zamanla her iki alan arasında zikzaklar çizerek ilerliyoruz. Üstelik, bu zikzakların motifi de her birimiz için farklı.

İbret Tablosu

Psikiyatrist Irvin D. Yalom, yası, başkalarını sevme cesareti gösterdiğimiz için ödediğimiz bir bedel olarak tanımlıyor. Kayıp sonrası yaşanan yas sürecini ise bir uyanma dönemi olarak nitelendiriyor. Adeta, yakınımız ölürken biz derin bir anlam arayışıyla diriliyoruz. İçinden geçmek oldukça zorlayıcı ve bunaltıcı olsa da, duygular dengeye oturduğunda, yas dönemi geriye oldukça anlamlı bir deneyim bırakıyor. Bu süreç, rabbimizin Kur’an-ı Kerim’deki kıssalara yer veriş mantığıyla da paralellik gösteriyor.

Nasıl ki kıssalar, başkalarının yaşadığı tecrübelerden dersler çıkarmamıza vesile olur, dünyada o durumu yaşayan tek kişi olmadığımızı fark ettirir, yalnızlığımızı hafifletir, bizi ortak insanlık çatısı altında birleştirir, yaşadıklarımızın o an görüp idrak edemediğimiz farklı hikmetleri olabileceğini gösterirse; yas dönemi de sevdiğimize veda ederken benzer şekilde işlev görür. Günlük hayatın hayhuyu içinde “hiç ölmeyecekmiş gibi” yaşayan bizlere, her an ölebileceğimizi hatırlatır. Eşimizin, dostumuzun, arkadaşımızın vefatıyla, biz de faniliğimizi fark ederiz. Bu uyanış, süreci daha sağlam ve anlamlı bir şekilde yönetebilmemize vesile olur. Hüznümüzü israf etmeden, olgunlaşmamıza katkıda bulunur.

Başlar Rabıtayımevt

Cenaze sürecinde, yıkanmadan kefenlenmeye, duadan defne kadar her aşama, geride kalanlar için bir ibret olur. “Mezarlıktan korkan, sevdiğini kaybetmemiştir.” sözünü duymuşsunuzdur. Sevdiğimizin bedenini mezara, sevgisini kalbimize saklarken, ister istemez, ölmeden önce ölümü düşünmeye başlarız. Kabir kapısında kalacaklar ile öteye geçeceklerin ayrılışına şahitlik ederiz. Henüz hayattayken, doğru şeyler için kaygılanıp kaygılanmadığımızı sorgularız. Vefat ettikten sonra hayırla anılacak bir hayat yaşamanın ne kadar önemli olduğunu hatırlatır bir kabre yakından bakmak.

Sonra, kendimize sormaya başlarız: “Bugün Allah için kendine ve insanlığa neler yaptın?” Dostun ve düşmanın, hamın ve hasın ayrılışını izleriz, hem üzülür hem de şükrederiz. Telefon rehberimizi temizlemeye, gerçek dostlar için emek sarf etmeye başlarız. Küslükler, fikir ayrılıkları, yaşadığımız ortak hüznün içinde erir ve yeniden birleşiriz. Vefat edene vefanın, onun için dua etmek ve hayır hasenat yapmak olduğunu hatırlarız. Rahmetli ananemizin tarifine sadık kalarak pişirdiğimiz böreğin kokusunda vefamız gizlidir. Ya da babamızın bize öğrettiği duayı evlatlarımıza ezberletmekte… Bu nedenle sevdiğimizi unutma kaygısını, onu dualarla, sadakalarla yâd etmek ve değerlerini yaşatmak için kullanırız. Ölüm, gözümüze daha sevimli gelir. Yaşamak, bu dünyada ailemizle olmak; vefatımız da bizden önce görevini tamamlayıp gitmiş sevdiklerimize kavuşmak olur.

Prof. Dr. Erol Göka, ölümü düşünmenin insanı kurtuluşa eriştirebilecek ve bunaltıları sağaltabilecek bir gizli güce sahip olduğunu savunuyor: “Ölümü ve ölümlülüğü açık yüreklilikle ele almanın, işlerin gerçek durumunu daha iyi değerlendirebilme, yaşamı daha katlanabilir kılma gibi bir ödülü vardır. Bu anlamda hiçlik, yok oluş gibi değil de ‘sıfır’ sayısı gibidir ölüm. Sıfırı nasıl bir sayının sağına soluna yerleştirdiğinizde onu on defa büyütüyor veya küçültüyorsa ölüm de asıl anlamını yaşamın yanında bulur; onu yüceltir veya anlamını azaltır, zayıflatır.”

Uzaklar Yakın Olur

Giden geri gelmeyeceğine göre hiç mi tesellimiz yok? Aslında, sevdiklerimizle fiziki bağlarımızın kopması, manevi bağlarımızı ters orantılı bir biçimde güçlendiriyor. O insanın sağlığında, varlığında bilemediğimiz kıymetini, yokluğu ile öğrenmeye başlıyoruz. Burada olsa yapabileceklerini hayal ederken, gerçekte yanımızda olmadığını unutuyoruz. Aramıza giren fiziki mesafe, ülke, bina ve şartlar, bir dua veya dertleşme mesafesine iniveriyor. Mirasına sahip çıkma kaygısı, ona karşı sorumluluk hissettiriyor. Uzak kalacağız derken, tahmin edemeyeceğimiz kadar yakın oluveriyoruz. Fiziki kaybıyla yüreklerimizde açılan boşluk, manevi varlığıyla yeniden doluveriyor. Böylece ayrılık acısıyla başa çıkmaya başlıyoruz. Ama bir an geliyor ki, ona en çok ihtiyaç duyduğumuz bir vakitte, bu yas süreçlerini tam anlamıyla atlatmamışçasına, sanki ameliyat yerinin en ufak bir üşütmede kendisini hatırlatması gibi, içimizde bir sızı yeniden başlıyor. 

Ölüm yokluk değil; sevdiğimizi kaybetmiyor, sadece bir başka âleme gönderiyoruz. Ama bu, bir kayıp verdiğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Yaşasaydı, onunla geçirebileceğimiz zamanları, hayatımızda doldurabileceği yeri, bize tattırabileceği anlaşılma hissini, akıl almaz sorularımıza verebileceği cevapları, arkamızdan edeceği duayı, çaresiz hissettiğimizde göstereceği şefkati, sesindeki titremeyi, gülüşünü ve daha nicesini kaybediyoruz. Anamız, babamız, kardeşimiz, evladımız, dostumuz, hocamız, kısacası değer verdiğimiz bir insanla fiziki bağlarımız kopuyor. Hatta Filistin meselesinde olduğu gibi, mazlumiyetleri hürmetine, hiç tanımadığımız insanlar için de canımız acıyor. Bu sebeple kaybın bizde yara açtığını, bir süre daha açacağını bilmeye; iyileşmek için zamana, emeğe ve desteğe ihtiyaç duyduğumuzu kabullenmeye ihtiyacımız var. Acele etmeden, kimseye “Haydi yeter artık!” demeden, yasla değil ama hüzünle yaşamayı öğrenmeye de. Gözlerimizden akan yaşa mâni olmadan; ama onu silerken de hayattan ve kulluktan geri kalmadan yola devam etmeye de. 

Teselli Birbirimizde

Yas süresince dualarla rabbimize sığınmanın dışında, çevremizdekilerden yardım almak oldukça önemli. Prof. Dr. Erdoğan Gültekin, bu anlamda taziye ziyaretlerini bir nevi psikososyal destek grupları olarak nitelendiriyor. Zira duygudaşlarımızla birlikte olmak, anlaşılmak, sarılmak, acımıza şifa niyetinde. Bunun dışında manevi destek almak, bibliyoterapi yönteminin ışığında bize iyi gelecek kitapları okumak, tabiatın sükûnetinden faydalanmak, kaybettiğimiz kişi ya da kişilerin hatıralarını yâd edip hayatımızda var oldukları zamanlar için şükretmek, onlar adına hayır hasenatta bulunmak, bıraktıkları mirasa sahip çıkmak, bize iyi hissettiren şeyler arasında yer alıyor. Hasılı, derdi veren, dermanını da veriyor bir şekilde. Yeter ki biz o dermanı bulmak için gayret gösterelim ve gerektiğinde derman olalım birbirimize. Acısı olan bir yakınımızı her şeyden önce sevgiyle kucaklayalım. Kaybettiği kişiyi, babasını, eşini, dostunu bizzat tanımasak, hiç bilmesek bile sevdiğimize yoldaşlık gereği, onun yasını hürmetle paylaşalım. Peygamberimizin, Medineli bir yahudinin cenazesi geçerken ayağa kalkması gibi, hüzün sahiplerine ne olursa olsun hürmet edelim. Akıl vermek, teselli etmeye çalışmak, zaten bildiklerini ona hatırlatmak yerine; dilimizle değil de gözümüzle konuşup acısını anlamaya çalışalım. Ağlarken omuz, yalnız kalmaktan korktuğunda yoldaş olalım. Anlaşıldığını hissettirelim. O acısına sabrederken, biz de onu sabırla dinleyelim.

Sanatın Gücü

Sanatla meşgul olmak da negatif duygularla baş etmede başvurabileceğimiz bir yöntem. Bu anlamda sanatın terapik özelliğine dikkatlerimizi çekiyor Ressam İsmail Abay: “Sanat, sanatçının yolculuğunda karşılaştığı derin yaralara şifa olan bir sırdır. Sanatçı, hayatın kendisine yüklediği ağır duyguları birer birer eserine aktarırken, aslında ruhunu iyileştiren bir yolculuğa çıkar. Her dokunuşta, her çizgide kendini aşarak hakikate yaklaşır, böylece gerçek bir vuslat ve iyileşme hâli yaşar.” Abay’a göre sanatçı, derdin vesilesi ile ortaya çıkardığı eserde dermanını bulur; hatta farkında olmadan başkalarına da deva ve tercüman olur. Pek çok yönteme başvurmamıza rağmen hâlâ yeterince iyi olamıyorsak, hayatımızı idame ettirmede güçlük yaşıyorsak, gittikçe ümitsizlik girdabına düşüyorsak, sanki bir kuyudayız da çıkamıyormuşuz gibi hissediyorsak, sorumluluklarımızı taşıyamıyorsak, kendimize kızmadan ve suçluluk duygusuna kapılmadan profesyonel yardım almamızda fayda var. “Herkes aştı ben niye aşamıyorum?” diye hayıflanmak ve kendimizi başkalarıyla kıyaslamak, yası sonlandırmak yerine daha da uzatmaya sebep oluyor ve durumu içinden çıkılmaz bir hâle getiriyor. Her duygunun bir mevsimi var ve hepsi yerinde anlamlı! Nasıl küsuf namazının vakti, güneşin tutulduğu ansa; yasın ve sabrın vakti de kayıp sonrasıdır. Yeter ki güneş ortaya çıktığı ve ışığını dört bir yana saçmaya başladığı hâlde karanlıkta ve küsuf secdesinde kalmayalım. 

Çocuklarımıza Nasıl Destek Olabiliriz?

efat sonrası, süreci sağlıklı yaşamak kadar, çocuklarımızın yasına eşlik etmek de önemli. Onların minicik kalplerini kırmadan, acılarına ortak olabilmek ise oldukça hassas bir yaklaşım gerektiriyor. Psikolog Reyhane Dağlar, çocuklara ölüm bilgisinin mutlaka aktarılması ve bu haberin “ölüm” kelimesiyle ifade edilmesi gerektiğini savunuyor. Durumu, “Kalbi durdu ve öldü.” gibi net ve somut bir cümleyle açıklamanın daha uygun olacağını belirtiyor. Çünkü, sürece çocuk dahil edilmezse, gözyaşları saklanırsa, aileyle olan aidiyet ve güven hissi zedelenebiliyor. Bir vefatın ardından yapılan dualar, o kişi hakkında anlatılan anılar ve bütün bunlara çocuğun tanıklık etmesi, terapötik bir etki gösteriyor. Çocuk bu süreçten mahrum bırakılırsa, duygularının yükünü tek başına taşımak ve yaşadıklarını kendisi anlamlandırmak zorunda kalabiliyor. Dahası, tutulmamış bir yas, ömür boyu sürebiliyor. 

Yetişkinlerde bile kabulü zor olan ve sürekli gelgitler çizen bu süreci henüz soyut somut kavram algısı tam oturmamış bir çocuğa anlatmak, onun kafasında karışıklığa yol açabilecek soruları cevaplamak, özenli bir yaklaşım gerektiriyor. Dr. Adem Akıncı, muhatap olduğumuz çocuğun bilgi ve algı seviyesi ile duygu durumunun iyi gözlemlenmesi gerektiğini belirtiyor. Dr. Akıncı’ya göre çocuklara ölüm anlatılırken oldukça sade ve net bir dil kullanılmalı. Her şeyin bir sonu olduğu gibi ölümün de insanın bu dünyadaki hayatının sonu olduğu, bununla birlikte ahiretteki hayatının başlangıcı olduğu ifade edilmelidir: Akıncı, Allah’ı, bizi işiten, dualarımıza cevap veren ve merhamet eden sıfatlarıyla anlatmanın, çocukların daha sağlıklı bir yas süreci geçirmelerine yardımcı olacağını vurguluyor.

Psikolog Ünver: “Kaybı Anlamak Kadar İfade Etmek de Önemli!”

Yas, her ne sebeple olursa olsun, bir kaybın ardından bireyin içsel dünyasında o durumu anlamlandırma sürecidir. Bu süreç, bazen uzun ve zorlu bir yolculuk olabilir. Matem ise yas sürecinde bireylerin yaşadığı duygusal, fiziksel ve psikolojik tepkilerin dışa vurulmasıdır. Beyin, bu değişime uyum sağlarken yasın hem yaşanması hem de dışa vurulması son derece önemlidir. Çünkü yas, yalnızca bireysel deneyimler tarafından değil; aynı zamanda toplumsal ve çevresel tutumlar tarafından da şekillenir. Ancak, yas sürecindeki kişinin, bulunduğu noktada kendisiyle şefkatle ve samimi bir “merak” düzleminde buluşması, potansiyel bir travmanın panzehiri olacaktır. 

Psikolog Kübra Ünver, kayıp yaşayan kişinin içsel dünyasına yönelik bir yaklaşımın, sürecin iyileştirici gücünü artırabileceğine dikkat çekiyor. “Eğer kaybımızla, değişen dünya görüşümüze direnç göstermeye başlarsak bu durum bizi olaylara ve bu olayların üzerimizdeki etkilerine karşı sıkışmışlık ve çaresizlik duygusu ile baş başa bırakabilir.” diyen Ünver, kaybın yaratacağı duygusal dalgalanmanın önüne geçebilmek için bu duygulara açık bir şekilde yaklaşmanın önemini vurguluyor. Ünver’e göre, her kaybın anlatılması gereken bir hikâyesi ve bu hikâyelerin de “işitilme beklentisi” var. Kendisi bu durumu, “O hikâyeye hep birlikte kulak vermek, sadece bir iyileşme süreci başlatmakla kalmaz, aynı zamanda kaybı anlamlandırmanın en sağlıklı yoludur.” diyerek açıklıyor. 

Peygamber Efendimiz, cenaze yakınlarına taziyede bulunmayı tavsiye etmiş ve “Her kim çocuğunu kaybeden bir kadına başsağlığı ziyaretinde bulunursa, o kimseye cennette bir elbise giydirilir.” buyurmuştur.

Taziyeye gelip bizi acımızla baş başa bırakmayan ve derdimize ortak olan dostlarımızın varlığı, yas sürecimizi sağlıklı bir biçimde yaşamamızı kolaylaşıyor. Benzer tecrübeler yaşamış duygudaşların desteği, üzerimizde terapik bir etki oluşturuyor. 

Yas süreci, ölmeden önce ölme deneyimini yaşamak adına bir kemalat aracına dönüşür. Vefatımızın hakikati, kanal değiştiremeyeceğimiz ya da kafamızı çeviremeyeceğimiz kadar yakındır artık.

-Yas da insana dair her şey gibi “biricik” ve kıyas edilemez bir süreç. İçinden geçilecek yolları, keskin hatlarla ayrılmış değil. Pek çok hissi aynı anda ve hızlı geçişlerle yaşadığımız, içimizdeki duygu denizinin gelgitleriyle başa çıkmaya çalıştığımız bir yolculuk.

“Death Is God’s Command—If Only There Were No Separation!”

Death is as human and as real as life itself. Yet, even though it is the truth, when it takes our loved ones away to the beyond, it does not prevent us from suffering. Even if death is God’s decree, the pain of separation scorches our hearts.

How does a person get used to the absence of someone they have never been “without”? When we receive the news of the death of someone we loved, valued, and dreamed of spending many more years with, we all ask the same question. We try to express our overwhelming sorrow with the limitations of words; to adapt to this new and unwanted reality; to understand its wisdom and what it may bring us. Moreover, each of us has a very different experience of this.

For some of those we lose, we are present until their last breath and fulfill all our duties regarding their burial. For others, we can only bid farewell from afar through funeral prayers in absentia. We watch the burial of our loved ones on screens. We watch so that we can say goodbye, so that we can believe they have truly passed. As their souls walk toward the horizon, we send each one off with tears and prayers. Sometimes our emotions are locked deep in our hearts; even crying cannot extinguish the fire within. As Can Yücel said, we “keep silent by screaming.” Being away is hard, but losing someone while far away—unable even to perform the final duty—is harder still. It is as if exile within exile. Even if we are close, the earth beneath is always a kind of exile for us. Separation from our loved ones is once and for all written into fate.


Separation Is Hard!

In his Kitabe-i Seng-i Mezar, Orhan Veli quotes the couplet left in a coffee shop in Süleyman Efendi’s handwriting:
“Death is God’s command / If only there were no separation.”
The same line appears in the folk song Şu Kışlanın Kapısına and in Barış Manço’s song Ölüm Allah’ın Emri, as well as many other works. When an expression appears so frequently in literature and art, it means it springs from the heart, expressing people’s feelings and thoughts. Yes, death is God’s command! We came from Him and to Him we will return—amen. Yet the ordinariness of death does not stop us from missing those with whom we once journeyed. Even our Prophet, while sending off his son Ibrahim or his uncle Hamza—whom he would later reunite with in the Hereafter—translated his sorrow into tears and said:

“The eyes shed tears, the heart grieves; but we say nothing except what pleases our Lord.”

If he continued to remember his loved ones with goodness after their passing, then we too can express our pain with dignity and strive to move through our mourning process in a healthy way.

The only reason we are shaken by the news of a family member’s, dear friend’s, or valued companion’s death is the pain of separation. The pain of never again being able to see them with our earthly eyes, to hear their voice, to touch them, is indescribable. Especially if that person held a unique place in our lives, we feel as though a piece of our own heart has been torn away with their departure. If they were the mountain we leaned on, the ground shifts beneath our feet. While our mind says “Death is God’s command,” our heart cries “If only there were no separation,” and our inner self burns like fire. If they were our guide, we are left in darkness. If they were the source of our prayers, our roof collapses, snow falls upon us, cold seeps into our bones. If they were oppressed, if they left without justice, we cannot accept their departure; the scream we cannot utter chokes us. If they were young, the dreams of what we could not live with them burn our chest. If they were a child… no word has yet been invented to describe that.


A Confusion of Feelings

Upon receiving the painful news, we first feel regret for not appreciating our loved one while they were alive or for the moments we did not live with them. The “if only” thoughts line up one by one. Then comes the anxiety of forgetting them. When we smile or get busy with something else, we scold ourselves: “See, I told you—you’re starting to forget!” For a while, moving on with life feels like a crime. Later, we try to console ourselves by remembering the pain, suffering, or illness they endured while alive and thinking they are now delivered. But then we feel helpless for not having been able to ease their life here. Changing the number of plates we set at the table, altering the prayers we made for their health, distributing their belongings or room—all feel unbearably difficult. We miss their breath, their scent, their voice. Not knowing how to continue life without them turns even the biggest adult into a child. In the mourning house, a person begins to cook forty different emotions in the pot of grief—like a pudding of many flavors. Life throws us from slow simmer to roaring fire with this inexpressible pain.


Our Pain Is Unique

No one knows how to get used to an unwanted separation. Death is indeed God’s command. Humans come into this world not only to live but also to die. If one’s age has reached maturity, this is even more expected. Yet, the normality and naturalness of something may convince the mind but is not enough to soothe the heart. Because feelings do not operate with logic. Words like “They were old, they were sick, they were suffering, God saved them, they are more at peace where they went” do not even come close to consoling us. People do not suffer because death seems illogical; they suffer because they do not know how to cope with the physical absence of someone who was always there. When faced with the unknown, people panic. For death transforms not only the departed but also those left behind. Everyone experiences this transformation through what the lost person represented in their own life. Just as the same virus causes different reactions in different people, so too pain leaves a unique mark on every soul.


Which Way Is Right?

That first, almost unconscious reflex we show upon hearing the bad news gives us clues about how we will go through the mourning process. It lets us observe our pain threshold and our ways of coping with the emotion. Some of us, already traumatized for other reasons, may show stronger reactions to sorrowful news. Others deny the pain, run from it, keep themselves constantly busy to avoid remembering it. Some oscillate between these two states. We may think we’ve reached the height of composure and everything is under control, only to find ourselves overwhelmed by sudden reminders. Moreover, we do not enter these emotional waves by choice; we are tested in our ability to manage our emotions.


They Die, We Awaken

In psychology, mourning is described as a reconciliation with reality in order to cope with loss. This process can arise not only from death but also from migration, financial loss, or separation from a beloved. But of course, the most intense mourning occurs in those left behind after a death.

The Swedish psychiatrist Kübler-Ross lists five stages: denial, anger, bargaining, depression, and acceptance. The British psychiatrist John Bowlby, on the other hand, lists four stages: “numbness-protest,” “yearning and searching,” “emotional disorganization and despair,” and “reorganization.” Despite some nuanced differences, both descriptions share common features.

Generally, in the first stage, tension, anger, and fear become prominent. In the second stage, along with the feeling that the world is meaningless and empty, thoughts of the deceased, restlessness, crying, and anger appear. In the third stage, persistent unrest, withdrawal from social activities, and frequent recollection of memories stand out. In the fourth and final stage—finally—the process of accepting and forming a positive relationship with the lost person dominates.


Should We Seek Help?

Prof. Dr. Erdoğan Gültekin finds it normal to see depressive reactions such as loss of appetite, disrupted sleep, withdrawal, and unwillingness to speak in the initial stages after a loss. But if the depressive state—what we might call emotional disintegration and despair—lasts longer than usual, he recommends seeking help.

Although these reactions are intense at first, a return to normalcy is expected during the acceptance stage. According to Gültekin, isolating a bereaved person increases the risk of depression. Sharing feelings with close ones helps pass through this difficult period more healthily. If feelings are not expressed and shared, mourning is postponed, which may later lay the groundwork for psychosomatic illnesses or behavioral problems.


Can Mourning Ever Be Finished?

Psychologist Zeynep Selvili Batuk, who focused on grief after her father’s death, says that explaining mourning through stages helps us understand the process, reinforces our sense of prediction and control, and normalizes what we experience. Yet, she notes, prevailing models also leave gaps and can even “abnormalize” what they aim to normalize. Because just as we cannot tolerate unanswered questions, we do not like stories without endings. We universally seek “completion.” We want the mourning process—whatever combination of stages it follows—to end in “acceptance.”

Drawing from her own experience, Batuk prefers to define grief differently:

“After a certain time, emotional and behavioral reactions decrease. What we thought would never subside does. Our grief changes; but like the rhythm of the sea, it keeps moving. It swells and then recedes. Then swells again and recedes again. It is more a state of being on a path where denial and acceptance intertwine. It is not a stop reached once with absolute acceptance but a station visited again and again. Because every loss, with its many layers, has its own infinity.”

Every person’s grieving process—the order of the stations, how long they stay at each one, their behaviors—differs according to the principle of human uniqueness. These behaviors depend both on the emotional state of the bereaved and on factors such as whether the death was sudden, the nature of the death, the age of the deceased, and our closeness to them. But there is one thing that should never be done: comparing reactions or competing over pain.